Baştan söyleyeyim yazım biraz uzun olacak ama işe yarar cümlelerle dolu.

Alışkanlıklar Nasıl Dine Dönüşür?

Baştan söyleyeyim yazım biraz uzun olacak ama işe yarar cümlelerle dolu.

Mamafih “benim kafam üç cümleden fazlasını kaldırmıyor abi” diyenler Hz. Ömer’e atfedilen şu özlü sözle okumaya son verip düşünme eylemlerine devam edebilirler.

“İnandıkları gibi yaşamayanlar, yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar!”

Müsadenizle biz şimdi yazımıza devam edelim.

Evet, bugünkü düşündürücü sorumuz şu olsun:

“Alışkanlıklarımız nasıl “din” haline dönüşüyor?”

Bu, genellikle kendini nereye ait hissettiğinle ilgili bir konu; kimlerle, ne tür insanlarla beraber olduğunla ilgili…

Hepimiz Allah’a inanıyoruz.

Ve onun bize gönderdiği ilahi mesajlara ve tüm peygamberlere… Ve tabiki son olarak Hazreti Peygambere inanıyoruz.(sav)

İlahi mesajların tamamının da fıtri, tabii, insan ruhunu ikna edici, kalpleri tatmin edici, bizleri iyi insanlara dönüştürücü ilaçlar olduğunu tekraren söylememize gerek yok sanıyorum.

Peki hal böyle iken bizler neden ilahi mesajların ve Peygamber Aleyhisselam’ın sünnetlerinin yanında birtakım alışkanlıklarımızı da “din” edinmekteyiz? Onlara sıkı sıkı sarılıp terk etmek istememekteyiz?

Yukarıda da söylediğim gibi bu, nerede durduğumuz, kendimizi nereye ait hissettiğimizle alakalı bir mesele.

Yaşadığımız coğrafya, bulunduğumuz ülkedeki kültür, çevre ve moda gibi faktörler içsel ve dışsal tüm katmanlarımızı kuşatmış vaziyette. Hayata aslında kendimiz olarak değil bizi kuşatan tüm etkenlerin ürünü olarak bakmaktayız.

Halbuki islam bize bizi muhatap alarak indirildi. Bizi sayamadığımız kadar içsel ve dışsal alışkanlıkların esaretinden kurtarmak üzere indirildi. Bizi insan olarak yaratan Rabbimizin huzuruna başkalaşmış mutantlar olarak değil fıtratını korumuş insanlar olarak dönmemiz için indirildi.

Sıra dışı bir örnekle meramımı güçlendirmek istiyorum.

Hatırlarsanız geçenlerde Afrikalı bir kabile şefini Türkiye’de misafir etmiştim. O seyahatimde “insanlık fıtratına” dair o kadar çok şey öğrendim ki, o reisle Türkiyede vakit geçirirken yaşadıklarımız hayatı ve İslam’ı yeniden düşünmeye sevketti beni. Halbuki yıllardır ailecek kabilelerin arasındayız. Yerlilerin bizlerden farklılıklarını hiç yadırgamayız. Öyleki Afrika şehirlilerinin bile bilmediği kabilelerde yaşar, yer içer, oturur, kalkarız. Ama bu sefer bu kabile şefinin Türkiye’ye gelmesi unutamayacağımız dersler verdi bize, ruh dünyamızda silemeyeceğimiz izler bıraktı.

Anlatayım.

Çoğu zaman biz, Afrikalı kabilelerin içinde bulunuruz. Buna karşın nadiren o kabilelerden önemli gördüklerimiz Türkiyeye gelir. Bizi ziyaret ederler. Bu yüzden daha çok biz onları tanırız. Onlar bizim onları tanıdığımız kadar tanıyamaz. Nasıl bir dünyadan geldiğimizi bilmezler. Hal böyle olunca iki ayrı kültürün mukayesesine de ender rastlarız.

Kabile reisi şef Kiberenge’nin Türkiye’ye gelişi özel bir fırsattı bizim için.

Şef hayatında ilk defa uçağa bindi. İlk defa köyünü terketti. İlk defa kaşık çatal bıçak kullandı. İlk defa modern anlamda bir lavabo ve tuvaletle karşılaştı. İlk defa temiz ve yumuşak bir yatakta beyaz bir yastığa başını koydu.
Treni, vapuru, lüks arabaları, geniş yolları ilk defa gördü.

Gemileri yüzen evler zannetti.
Asansörleri insanların elleriyle yukarı çektiğini düşündü.
Denizin çeşmelerimizden aktığını sandı.
Elektriği bir türlü anlatamadık.
Gece yarılarına kadar lambanın nasıl ışık verebildiğini hayretle seyretti.

Biz bütün bu ilklere tebessüm ederek şahitlik ettik. Fakat bu tebessüm edişlerimizin arası da unutulmayacak ibret dersleriyle doldu.

Mesela.

Kiberenge uçaktan iner inmez evimize geldi. Ellerini yıkadı. Kahvaltıya buyur ettik.
Türk kahvaltılarını bilirsiniz. Abartırız.

Sofraya oturdu ve dediki “bu sizin normal bir sofranız mı?”
Evet dedik. Kahvaltılarımız bizim böyle olur.

Şaşkınlıkla bir sofraya baktı, bir bize, sonra:
-Siz bu kadar çok yedikten sonra nasıl ölmüyorsunuz?” Dedi.

Gülüştük.
Ama o ciddiydi.

Masailer günlük 30-40 km den az yürümezler. Yürümek onların hayatının bir parçasıdır. Bizde de yürümekten kaçmak…

Şef bir kaç gün sonra devamlı arabayla seyahat etmekten rahatsız oldu. “Neden yürümüyoruz? Ben yürümek istiyorum. Gideceğimiz yerlere yürüyerek gitsek olmaz mı dedi.

O gideceğimiz yer 100 km uzaklıkta dediğimde “olsun, yarına kadar varmış oluruz. Acelemiz ne ! Oturarak konuşacaklarımızı yürürken de konuşabiliriz” diye çıkıştı bize.

Gülüştük.
Ama o ciddiydi.

Bursada bir kardeşimin kuyumcu dükkanına girdik. Sıra sıra bilezikler vitrinde. Her yer altın sarısı parlıyor.

Şef yine şaşkındı.

-Bunlar ne dedi.
-Altın dedim.
-Neden böyle orta yere koymuşlar?
-Satmak için.
-Kime?
-Kadınlara.
-Kadınlar napıyor bu kadar altını?
-Kollarına takıyorlar.
-Sonra o altınlarla insanların içinde dolaşıyorlar mı?
-Evet
-Peki kaç koyun parası yapar bir bilezik?
-Şu beş koyun parası, şu on koyun parası, şu da 20 inek parası yapar.

Hayretten gözleri açıldı.

“İnsan kollarına o kadar altını alıp başkalarına gösterirse kendi ruhunu öldürmüş olmaz mı? Bence kadınlarınızın ruhu ölmüş sizin” dedi. Ve ekledi:
– Ben bu vitrindeki altınları bir ineğime değişmem!

Türkiyede O’nu en çok şaşırtan şeylerden birisi bu kadar çok insanın sigara içiyor olmasıydı.
Bir ara benden sigara içenleri yanına yaklaştırmamamı rica etti.

Neden? Dedim.

“Allah’ın verdiği vücut emanetine saygısı olmayanın Allah’a da saygısı yoktur. Dolayısıyla onların ruhu ölüdür. Ben ölü ruhlarla beraber olmak istemiyorum, lütfen uzak tut onları benden” dedi.

Evet kıymetli kardeşlerim, işte böyle.

Kiberenge kendi kabile kültüründen öğrendikleriyle bizim yaşamımızı algılamaya çalıştı. Kendisine müslüman olmasını teklif eden bizleri anlamaya gayret etti. Ama inanın ben birçok kez fıtri olmayan yaşantımızdan dolayı utandım.

O kadar alışmışızki doğup büyüdüğümüz yaşam tarzımıza bundan daha güzelini, daha doğrusunu arama ihtiyacını hissetmiyoruz bile.

Halbuki İslam bize en güzel ve doğru olanın peşinden gitmemizi öğütler. Yaradılışımıza en uygun olana göre yaşamamızı emreder.

Elbetteki sahip olduklarımızı topyekün bırakalım demiyorum. Ancak attığımız adımların, aldığımız nefeslerin bile daha güzeli, daha fıtrî olanı vardır hayatta ve çoğu zaman doğrularla değil “doğru kabul ettiğimiz alışkanlıklarımızla” yaşamaktayız.

Bunun bilincine varabilirsek dahi şapka çıkarılacak büyük başarı.

Bu konu üzerinde yazacaklarım bitmez. Yine de sadece asıl konuya küçük bir girizgah olan bu yazıya burada noktayı koyalım.

Tesirinde kaldığımız felsefi akımların, siyasi eğilimlerin hatta tarikat ve mezheplerin alışkanlıklarımızı nasıl “din” haline dönüştürdüğüne başka bir yazıda temas ederiz inş. Yani kurtuluşu borçlu olduğumuzu sandığımız “önderleri” ululaştırıp nasıl “tanrısal liderlere” çevirdiğimizi, giyim kuşamımızı bir din haline dönüştürüp renkleri, markaları hatta yırtmaçlı-yırtmaçsız ceketlerimizi, lacivert-beyaz takkelerimizin renklerini nasıl kutsallaştırdığımızı, falanca ya da filanca zat seviyormuş diye çayı, çorbayı, maklûbeyi mübarek addedişimizi bir başka seferde ele alırız. Bir ürünü, bir markayı, bir tarzı, bir modayı nasıl kutsallaştırdığımızı enine boyuna konuşuruz.

Ön yargısız, at gözlüksüz, ferasetli, basiretli, iyi niyetli, kalbi umutla, zihni hayallerle dolu, sadece Allah’a kul, sadece Rasülûllah’a ümmet olabileceğimiz bir yaşam diliyorum.

Selam ve saygılarımla.
Kardeşiniz Ahmet Kemal Öncü.

Hakkında Ahmet Kemal Öncü

Kısaca kim miyim? Yaratılmış herkes gibi bir KERVANCI; kendi yükünü taşıyan!

Yorum bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir