kemal kaçar tunalı

Kemal Kacar Tunalı – Abi 1. Bölüm

Herkesin bir abisi vardır. ( A.Kemal Öncü)

Siz hiç yatılı okudunuz mu?

Bizim ömrümüz yatılı geçti.

“Yatılı olmak” yani annenizin göz yaşıyla uğurladığı, babanızın sizi on bir yaşınızda “okusun da adam olsun benim oğlum” diye getirip bıraktığı ve bir daha da gelip hiç almadığı kocaman bir binada büyüme süreçlerinizin tamamını atlatıp “adam” olmayı ummaktır.

Çocukluktan yetişkinliğe kadar kalabalıklar içinde yatıp kalabalıklar içinde kalkmak…

Gürültülü yemek, patırtılı namaz kılmak, şamatalı ders çalışmak…

Ve her şeyi izinle yapmaktır.

Ve bir daha doğup büyüdüğün eve hiç dönememektir.

Buna “yatılı olmak” denir.

Yüzyılın başında birileri geldi ve bu ülkede inandığımız değerleri yetim bıraktı.

İşte o günden beri başka birileri de yetim kalan o değerleri özgür bırakmak adına koca bir nesli köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir “yatılı” okuttu.

İyisiyle kötüsüyle ben de o yatılı okuyanlardanım.

İçinde doğup büyüdüğüm camiada önceleri bu yatılı binalara “Kuran Kursu” demişler. Sonra nedense çok komiktir ama “pansiyona” dönüştü. Daha sonraları da yurda.

Biz her üç aşamayı da yaşadığımız için “kurs” diyenlerdendik.

“Yurt” demek soğuk geliyordu.

Pansiyon’a hiç alışamadık.

“Kuran kursu” demektense kısaca kurs demeyi tercih ettik.

Bilmem kaç senelik yatılı hayatımın lise dönemini İstanbul Bakırköy’deki Osmaniye kursunda geçirdim.

İlginç bir yapıydı. Cami ve yıllar içinde belliki imkan buldukça büyütülmüş labirent gibi bir yığma bina iç içe.

Girişten en dipteki yatakhanenin kapısına kadar ulaşan “z” şeklinde uzunca bir koridoru vardı.

Kapıdan girersiniz. On, onbeş adım ilerleyince koridor sizi sağa döndürür ve yirmi otuz adım sonrasında bütün binanın kavşak noktası olan vestiyerin önünde bulursunuz kendinizi.

Yatılılar iyi bilir “vestiyer” istisnasız kurs sakinlerinin ortak sosyalleşme alanıdır.

Vestiyere rakip bir de helalar vardır.

Nazlanarak namaz kılan üşengeç talebelerin sessiz sessiz oradan buradan konuşmaya özellikle dalıp cemaatle namazdan kaytardığı amonyak kokulu mekanıdır helâlar.

Ama vestiyerin yerini tutamaz tabiki.

Vestiyer bu konuda bir efsane.

İşte Osmaniye’deki bu vestiyerin önü hem yemekhaneye, hem abdesthaneye, hem cami katına çıkan merdivenlere ve hem de yatakhanelere ve binanın diğer merdivenlerine giden yola bağlar sizi.

Kursun tüm trafiği mutlaka vestiyerin önünden geçmek zorundadır.

İçeriye giren de, dışarıya çıkan da bu güzergahtan başka sadece arka pencerelerden çıkabilir ki bu da ancak izinsiz maça kaçabilenlerin(!) tercih ettiği bir seçenektir.

Takriben ayda bir defa kursumuza çok özel bir misafirimiz gelirdi.

Ak saçlı, dik başlı, gür sesli bir bilge adam.

Gerçi benim onu görme sıklığım ayda bir değil daha fazlaydı ama mutat olan ziyaretler ayda bire tekabül edecek sıklıktaydı.

Yine o mutat ziyaretlerinden birisini yaptı.

“Abi geliyor” dediler. Yani, O.

“Abi” deyince sadece o anlaşılırdı o zamanlar. Çünkü canından çok sevdiği hocası ruhunu teslim etmeden evvel yetiştirdiği tüm talebelerini ona emanet etmişti. O da hepsini kardeşi bilip baş tacı yapmıştı.

O günden sonra onu tanıyan ve seven herkesin “abisi” oldu.

Ve bu ünvanın içini ömrü boyunca adam gibi de doldurdu.

Bugün hâlâ teşkilatça adeta kutsanmış olan bu abilik ünvanına onun kadar yakışanını görebilmiş değiliz.

“Abi’nin” içeriye girdiğini görünce bir grup arkadaş hemen vestiyerin önünde konumlandık. Nasılsa buradan geçecek. Bizi mutlaka görecek ve her seferinde olduğu gibi bizimle ayak üstü de olsa sohbet edecekti.

Ağır adımlarla köşeyi döndü. Uzun koridordan bize doğru geldi. Etrafında genç yaşlı arkadaşları.

Yaklaştı ve önümüzde durdu.

“Selamün aleyküm çocuklar” dedi.
Hemen dönüp yanındakilere “bak bunlar uyanık olanlar. Benim buradan geçeceğimi bildikleri için karşılamaya çıkmışlar..”

Bilmiyorum herkeste aynı etki oluyor muydu? “Abi” ile göz göze gelmek biraz cesaret işiydi. Derin bakardı. Sanki o bakışlar içimize kadar işlerdi. Yılların nice nice yaşanmışlıkları o gözlerde toplanmış gibiydi. Yahut biz öyle zannederdik O’nu fazlasıyla sevdiğimiz ve yücelttiğimiz için.

Bir kaç dakika bizimle sohbet etti. Ve aklımdan hiç çıkmayacak şu cümleleri sarfetti:

Çocuklar! Bizler siz bu kurslarda rahat okuyasınız diye hayli emek çekiyoruz. Huzurla derslerinize çalışasınız diye gayret ediyoruz, vaktimizden, uykumuzdan, ailelerimizden feragat ediyoruz.

Elbetteki bizim sizin için yaptığımız bu fedakarlıklardan dolayı haklarımız helaldir.

Ancak şu söyleyeceklerimi iyi dinleyin.

Bu yurtlarda kaldığınız sürece ve sonrasında şahsi vazifelerinizi yapmazsanız üzülürüz fakat bundan dolayı söyleyecek bir sözümüz olmaz.

Zikirlerinizi, hatimlerinizi ihmal ederseniz hakkımızı helal eder şikayetçi olmayız sizden. Neden hatimlere iştirak etmiyorsunuz, neden zikirlerinizi yapmıyorsunuz diye size bir baskıda bulunamayız.

Ancak ibadetlerin en büyüğü olan namazlarınızı ihmal ederseniz, Rabbinizi unutur kulluğunuzu hatırınızdan çıkarırsanız yarın rûzu mahşerde davacı oluruz sizden.!

Dedi ve yine yavaş adımlarla oradan ayrıldı.

**********

Kıymetli dostlarım, biraz sonra aktaracağım yaşam öyküsü hasbelkader yanında yamacında bulunma imkanı bulduğum bir kahramanın en yalın halini, bir efsanenin en insancıl yanını anlatmayı hedeflemektedir.

83 yıllık ömrünün 64 senesini malıyla, canıyla İslam’ın yükselmesine adamış, bu toprakların yetiştirip Ümmeti Muhammed’e yadigar bıraktığı bir “Bilge Adam’ın” hikayesidir bu.

Aslında yıllar evvel hayranı olduğum bu bilge adamın hayatını kendimce kaleme almıştım. Hatıralarımı, çocukluk ve gençlik yaşlarımda O’na sorma imkanı bulduğum sorularımı ve tabiki onun da cevaplarını tek tek günlüklerimden toparlayıp bir küçük kitapa dönüştürmüştüm.

Ancak bugün tek başıma bu kitabı yayına vermemin biraz bencilce olduğunu düşünüyorum. Çünkü sadece onu görmüş, onu yakından tanımış, onun gerçekten asil düşünce ve ahvalinden etkilenmiş bir ben değilim. Yüzler, binler hatta on binler…

Dolayısıyla keşke imkan olsa da, onu bilenler, görenler hatta bendenizden daha çok vakit geçirmiş olanlar, dava arkadaşları, yol arkadaşları “cesaretlerini toplayıp” şimdiki ve gelecekteki dertlere derman babında sözlerinden, nasihatlarından, hamasete kaçılmamış bir üslubla hatıralarını paylaşsalar da ortaya enfes bir “Bilge Adam” kitabı çıksa.

Ama maalesef bu olmadı, olacak gibi de görünmüyor. Ne hazindir ki o camianın yazmak gibi, not almak gibi melekeleri ne hikmetse bir türlü gelişmedi.

Kemal Kacar bile hayatının son yıllarında bazı keşkelerini anlatırken “keşke bir tefsir yazsaydım, keşke yıllarca va’zu nasihatte bulunduğum kardeşlerime kayda değer bir eser, her daim okuyabilecekleri bir tefsir bırakabilseydim! Ne var ki ehli küfrün en şedit zamanlarında bu Din’i yeniden yaymak, anlatmak, öğretmek davasına düştük. Yazılı bir eser bırakmaya imkan bulamadım. Ama şimdi geçmişe bakıyorum da yine de bir külliyat yazabilirmişim” derdi.

Ne güzel olurdu bir tefsir kaleme almış olsaydı bugün!

Her neyse…

İşte geçen hafta sizlere söz verdiğim üzere kendi penceremden Kemal abiyi, bana has tabirle “Bilge Adam’ı”, çocukluk ve gençlik yıllarımın kahramanını bir kaç kelimeyle özetlemeye çalışacağım.

Mümkün olur mu bilmem?

Genelde biyografiler, sevenlerince yazıldığında bol bol yüceltmelerle dolar.

Maalesef tanıtılan kahraman, bu subjektif yüceltmelerin gölgesinde kaybolur, gerçek kişiliği bir türlü idrak edilemez.

Umarım ben bu yazımda böyle bir handikapa düşmem. Yani azami derecede övgü içeren kelimelerden kaçınmak istiyorum.

Hatta yeri gelirse çok küçük tenkitlerim bile olabilir kendisiyle ilgili; ne olur yaşasaydı da bu tenkitlerimi ona söyleyebilme imkanım olsaydı dediğim samimi “öz eleştirilerim…”

Hazırsak şimdi başlayabiliriz “Abi’yi” anlatmaya.

İsmi Kemal Kacar.

Bir yörük boyu olan “Kacar’lara” mensup.

Hatta bir hanedan mensubu.

Büyük dedesi İran’ın hükümdarlığını seksen-yüz sene elinde tutan “Kacar Hanlığının sünni bir üyesi”, bir han torunu.

Pehlevi ailesi İran’da şahlığı ele geçirmeden evvel bazı hanedan mensupları gibi onlar da İran topraklarını terkedip Türkiye’ye yerleştiler.

Aile ünvanları “nebi oğulları.”

Kemal Kacar, müslüman, muvahhid ve ehli kıble bir anne babanın evladı olarak 1917 de Eskişehir’de dünyaya geldi.

Ancak bir İstanbul aşığı olan babası Halil bey 13 kasım 1918 de İstanbul işgal edilir edilmez tüm aileyi toplayıp “İstanbul’un düşmanlardan kurtarılmasında karınca kararınca bir katkımız olur mu acaba” düşüncesiyle işgal altındaki şehre taşındı.

İşte Kemal Kacar’ın yetiştiği vasat İran’dan Türkiyeye göç, işgaldeki İstanbul’a taşınma ve yeni Cumhuriyetin kurulması dönemine şahitlik eden hatıralarla şekillendi.

Altıyüz yıllık Osmanlı yıkılıp, yerine Cumhuriyet kurulup harpler, işgaller dönemi sona eripte ülkede sular bir miktar durulunca Kacar ailesi kaldıkları yerden ticaretlerine devam ettiler.

Genç Kemal anladığınız gibi tüccar bir ailenin hem de hayli imkan sahibi tüccar bir ailenin oğlu olarak büyüdü, gençliğini yaşadı.

Vâkâ bu imkan sahibi halinden ölünceye kadar hemen hiç bir şey kaybetmedi; tüm varlığını seksen üç yıllık ömrü boyunca izinden gittiği Üstaz’ına ve inandığı davasına harcasa bile…

Eğitimini o günkü varlıklı ailelerin çocukları gibi iyi okullarda tamamladı. Eski adıyla Mektebi Sultanî, yeni adıyla Galatasaray Lisesi de bunlardan bir tanesi.

Yetenekli bir gençti Kemal Kacar.

Babasının yanında gencecik yaşına rağmen Rasimpaşa İşhanında(?) tüccarların fikrine sıkça müracaat ettiği tüccar başı olacak kadar yetenekli…

İşte o yıllarda henüz ondokuz yaşlarındayken babası Halil beyin de yakinen tanıdığı, eski hukukçulardan bir beyefendiyle tanışır, yakınlık kurar.

O sıralar avukatlık yapan bu beyefendi “Osman Eryavuz” beydir. ( Özyavuz da olabilir)

Osman bey sıkça gelip gider Kemal Kacar’ların iş yerine ve genç Kemal’e hep bir zattan bahseder.

İsmi Süleyman Hilmi Tunahan.

Kemal, Süleyman Hilmi Tunahan’ı gıyaben tanıyordur zaten. Meşhur bir dersiamdır, o günlerde bile ilim okutmaktaki şöhreti memleketin her köşesine yayılmıştır. Özellikle de devrin müstebit iktidarına karşı verdiği amansız mücadeleyi bilmeyen yoktur.

Bir gün avukat Osman bey Kemal’i Süleyman Efendiyle tanıştırmak için Beyoğlu Ağa Camiin’deki vaazına davet eder.

“Kemal, benim Üstazım her hafta Cuma Namazından sonra Beyoğlu Ağa camiinde vazu nasihatlarda bulunur. Gelmek istemez misin sen de? Hem tanıştırırım. Duasını alırsın” der.

Merak etmiyor değildir Süleyman Efendiyi ama çekinir nedense gitmeye.

Pek oralı olmaz.

Fakat zeki ve yetenekli bu genci Osman beyin bırakası yoktur. Bu davetlerini her hafta ısrarla yineler.

Sonunda Kemal Kacar Osman beyle beraber soluğu Ağa camiinde alır ve kürsüde Ümmeti Muhammed’e nasihatlarda bulunan o zatı dinlemeye başlar.

Kürsüde konuşan kişi tahmin ettiğiniz gibi tok sesli, uzun boylu, heybetli, etkileyici bir vücut diliyle hitab eden, vakur haliyle görenleri etkileyen Şeyh Süleyman Hilmi Tunahan’ın kendisidir.

Bu ilk tanışma 1936 yılında gerçekleşir ve bir daha hiç ayrılmazlar.

Kemal Kacar daha ilk günlerde Süleyman Hilmi Tunahan’ın tanıdığı diğer alimler gibi olmadığını öğrenir.

Süleyman efendi alimdir, dersiamdır ama aynı zamanda tarikat talimi almış, “Buhara ekolüne” bağlı bir Nakşıbendî şeyhidir.

Kıymetli dostlarım, yazımın bundan sonrasında “Süleyman Efendi” olarak bilinen bu zattan “Şeyh Süleyman” diye bahsedeceğim. Zira bu ünvanın onu daha çok ifade ettiğini düşünüyorum.

Genç Kemal on dokuz yaşında, Şeyh Süleyman ise henüz elli yaşına girmemiştir.

Bir mürit mürşit ilişkisinden çok adeta tutkuyla birbirlerine bağlı bir baba oğul ilişkisi başlar aralarında.

Neredeyse her gün görmeye gider Şeyh Süleyman’ı.

Şeyhi neredeyse O’da oradadır hep.

İşlerini aksatmaması şartıyla kabul eder Şeyh Süleyman bu irtibatı.

Liseyi yenice bitirmiş olan Kemal Kacar’ın ve ailesinin o günlerde bir planı vardır. Kemal’i Almanya’ya Üniversiteye göndermek istiyorlardır.

Beri yandan o sıralar artık Halil bey de henüz yüz yüze tanışmadığı oğlunun “manevi hocası” Şeyh Süleyman’ı merak etmeye başlar.

Çünkü oğlu neredeyse her gün ama her gün bu büyük zatın peşinde, yanında, yöresinde bulunmakta akşamları eve geldiğinde de o gün hocasının neler anlattığını büyük bir heyecanla tüm aileye anlatmaktadır.

Oldukça etkilenmiştir bu büyük alimden. Dilinde hocası, halinde hocası vardır.

Halil bey biraz da endişeyle oğluna Şeyh Süleyman Hilmiyi yakinen tanımak istediğini söyler.

Genç Kemal her yeni ve heyecanlı “mürid” gibi “olmaz!” der. “ Benim üstazım ne zaman sizlerle görüşmesi gerekiyorsa kendisi karar verir. Eğer bi gün kendisi dilerse bana söyler, o zaman görüşürsünüz. Bu güne kadar sizinle görüşmediyse de vardır bir hikmeti(!) Ya da belki siz o büyük zatla görüşmeye manen hazır değilsiniz” diye ufak çaplı çıkışır.

Peki der büyükleri Kemal’e. Oğullarının heyecanını kırmak istemezler.

En son konuşmadan bir kaç ay geçmemiştir ki Şeyh Süleyman Kemal’e “evladım babanlar nasıl, iyiler mi? diye sorar.

Ve ekler “bu hafta müsaitseniz size gelmek istiyorum. Baban Halil beyle tanışmanın zamanı geldi de geçiyor.”

Ayakları yerden kesilir Kemal’in. O hafta bayram haftasıdır onun için.

Ve gün gelir Şey Süleyman Kemal’lerin şehzade başındaki konaklarına teşrif eder.

İki katlı, gösterişli bir konak; bugünkü İstanbul Belediyesi’nin yanındaki evlendirme dairesinin olduğu yerde bahçesiyle muhkem.

Hatta Kemal abi o günkü evlerinin bahçesindeki ağaçların bir kısmının hala yerlerinde olduğunu söylemişti.

Evet Şeyh Süleyman o muhkem konağa teşrif eder.

Sofada Halil bey ve “Hazret” oturur. Kemal hemen kapının yanına diz çöker. Bu bir osmanlı ahlakıdır. Büyüklerle aynı sedire bile oturmak nezaketsizliktir.

Tabiki evde çıt çıkmaz. Tüm ev halkı bu titiz delikanlı tarafından defaatle tembihlenmiştir.

Çayı dahi kimseye yaptırmaz, kendisi pişirir, kendisi ikram eder.

Yıllar sonra Kemal Kacar Şeyh Süleyman’ın kendisini o ev ziyaretindeki candan hizmeti sebebiyle çok sevdiğini, gerçek anlamda evlatlığa o gün kabul edildiğini söyleyecek, manen ne kazandıysa o gün elde ettiğini iftiharla anlatacaktır.

Bu yüzden çaycılık süleymanlı camiada adeta kutsanmıştır. Yurtların çaycılıklarına idarecilerin kendilerince en sevdiği öğrencileri vermesi bir gelenek, hatta vaz geçilmez düstur haline gelmesi bu yüzdendir.

Halil bey de oğlu Kemal gibi bu Osmanlı evladı büyük alime ilk görüşte aşık olur. Tam aradığı gibi bir zattır. Derin bir alim, yüksek seciyeli ve tabiki nazik, nazenin.

Oğluyla gurur duyar, iftihar eder.

O da daha ilk günden bendesi olur bu asil duruşlu Silistreli Şeyh’in.

Vakit kaybetmeden konuşma arasında sorar şu Almanya meselesini.

“Kemal’im zekidir. Kemal’im ferasetlidir. Onu Avrupa’nın en iyi okullarında okutmak istiyorum. O bunu hak ediyor.”

“Olmaz” der kibarca Şeyh Süleyman.
“Kemal bundan çok daha fazlasına layık. Biz Kemal evladımızı “Medresei Süleymaniye’de” okutacağız. O’nu Nuru Muhammedî ile alakadar bir evlat olarak yetiştireceğiz.”

Hiç itiraz etmez Halil bey.

Ve böylece Kemal Kacar’ın devrin en büyük alimlerinden birisi olan Şeyh Süleyman Efendi Hazretleri önündeki yirmi üç senelik çok yönlü tedrisatı başlamış olur.

Şeyh Süleyman ince ince işleyebileceği bir cevher bulmuştur artık; Kemal’de o cevherin kıymetine kıymet katacak müstesna bir ustayı…

1. Bölümün sonu.

Hakkında Ahmet Kemal Öncü

Kısaca kim miyim? Yaratılmış herkes gibi bir KERVANCI; kendi yükünü taşıyan!

Yorum bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir