Abi yani Kemal Kacar Tunalı.
“Bugün burç İslam’dan yana dönmüştür artık. Hakk ile bâtılın mücadelesinde “hakk bâtılı bir at başı geride bıraktı.” Ne yapsalar boş. Yakın geleceğin Türkiye’sini hayal bile edemiyeceksiniz. (Kemal Kacar-1991)
“Zaten temelinde “onurlu bir çile, hamurunda asil bir göz yaşı ve alın teri” olmayan hiç bir dava muvaffak olamazdı.” (A. K. Öncü)
Yaz ya da kış, gece ya da gündüz farketmez eğer yakınlarındaysanız selvi ağaçlarının gölgesi üzerinize düşer.
O sizi ısıtmaya and içmiş, her sabah gözünüzü kamaştırmak için yükselen, akşam üstü de bitap düşüp istirahate çekilen şu dünya seyyaresinin güneşiyle aranıza girip her daim tüm fenalıklara karşı gölgesindekilere kol kanat germek ister gibidir bu ağaçlar.
Artık bugünlerin İstanbul’unda kalmadılar diyemeyeceğim zira çocukluğumun İstanbul’unda bile tükenmek üzereydi selviler.
Aslında ne de güzel bir uyum yakalamışlardı ecdadın diktiği camilerin minareleriyle.
Camiler yükselir, selviler yükselir; minareler söyler selviler aktarırdı makberdeki müminlere söylenmesi gerekenleri.
Ne hazindir bugün boğazın incisi bu tarihî şehirde yok gibiler artık.
Ancak Karacaahmet başkadır. Dilediğiniz kadar selvi vardır orada.
Yeşilin koyu bir tonu.
Rüzgarın en ılık türü.
Huzurun kalpten öte tüm letaiflerinizi saran cinsi, bu selviler imparatorluğunda ruhunuzu avuçlarının içine alır.
Karacaahmet’in taşlı yollarında arabayla değil yürüyerek bir menzile doğru gitmek güzeldir. Seher vakti nereden geldikleri meçhul o bülbül sesleri hatta akşama doğru toplaşan telaşe memuru kargalar bile bu dünyaya ait olmadığınızı bir şekilde terennüm ederler.
Bu dünyaya ait değilsin!
Ölüm var!
Birgün sen de gideceksin!
Ve tekrar dönmeyeceksin!
Zaman zaman ıslık çalan bu selvilerin arasından geçerken kulağınıza bu cümleler gelir takılır. Bir daha da hiç silinmez.
Ve binlerce mezar taşının arasında kendinizi ruhlar alemine taşınmış gibi hissedersiniz.
Eğer Karacaahmet’e gitmeyenleriniz varsa gitsinler. Şu kırık dökük kelimelerle anlatmak istediğim atmosferin fazlasını bulacaklar.
Bu şehirde varlık ve yokluk, darlık ve hiçlik muhasebesinin en iyi yapıldığı nasihat aleminin belki de en güzel mekanıdır Karacaahmet.
Sessiz.
Latif.
Ve sizi siz gibi kabul eden, olduğunuz gibi bağrına basan merhamet abidesi binlerce mezar taşı. Herbiri kesinlikle sizden daha yaşlı ve tecrübeli.
Henüz gitmediğiniz, görmediğiniz, tecrübe etmediğiniz maveraların yerlisi onlar.
Tabi ki bu lâhûtî selviler gezegeninin tam ortasında yedi sütunlu, beyaz kubbeli isimsiz bir mezar sizi bekler.
Gidesiniz ve ona gönül rahatlığıyla misafir olasınız diye büyüklü küçüklü kabirlerin arasından sizi dikkatli dikkatli süzer.
*************
1985 ila 1988 arası İstanbul Florya’da ortaokullu yıllarım geçti.
Florya o zamanlar şehrin en güzel muhitlerinden biriydi. Ve biz de bu mutena semtin kenarına kurulmuş bir okula yatılı kaldığımız “kurstan” kursa ait servisle gelip giderdik.
Küçük bir okuldu bizimkisi. İki katlı. Belki de yüzelli iki yüz öğrencilik butik bir yapı.
Arkadaşlarımız bize “pansiyonlular” diye hitap ederdi.
“Pansiyonlular”; ne komik bir ifade!
Kendi adıma konuşayım biraz utanırdım yatılı kalıyor olmaktan. Çünkü zaman zaman hem öğretmenlerimiz hem de sınıf arkadaşlarımız garipserdi bu durumumuzu.
Yetim değildik.
Aç değil açıkta değildik ama on bir-on iki yaşlarındaki bu çocukların ana babalarından ayrı yatılı kaldıkları bu “pansiyonlar da” neyin nesiydi!
Öğretmenlerimiz zaman zaman sorardı ne yeriz ne içeriz diye. Merak edip yaşadığımız şartları görmek için kursumuza gelenler bile olurdu.
Bu yüzden kendimi bir miktar mahcup ve rahatsız hissettiğim doğrudur.
Ama itiraf etmeliyim çok iyi öğretmenlerimiz vardı. Bugün bile aradan geçen otuz küsür seneye rağmen fırsat buldukça gidip ellerini öper dualarını almaya çalışırım.
(Hatta orta okuldaki öğretmenlerimden bu yazımı okuyanlar varsa o günleri ve ahvalimizi buraya yazmalarını rica ederim.)
Evet haklı olarak merak ederlerdi bu yatılı kursların mahiyetini. Memleket sathında on binlerce çocuğun yatılı okutulması gayet tabi garipsenecek bir durumdu.
Sonraları alıştı tüm Türkiye gibi öğretmenlerimiz de bu manzaraya.
Çünkü bu yurtlarda yetişen çocukların milli duruşları farkedildi.
Vatan ve bayrak şuurlarının akranlarından bir miktar daha fazla olduğunu gördüler.
Otuzlu, kırklı, ellili hatta atmışlı yıllarda yok edilmeye çalışılan bu dindar grubun zararlı değil yararlı bireyler yetiştirdiğini değişen hükümetler de yıllar içinde anladılar.
Rahatladılar.
Saygı duydular.
İşin böyle güzel noktaya gelmesinde Kemal Abi’nin ince siyaseti vardır demiyeceğim. Çünkü o gün sergilenen bu manzara hesapkâr siyasetin ürünü değildi. Kemal abinin bizzat kendi yaşam tarzının, özellikle İstanbul kursları içine bir şekilde çöreklenmeyi başarmış, görünüşte münevver ama değişime ve gelişime son derece kapalı bir zümreye rağmen bizlere doğrudan yansımasıydı.
Abiye has bir ehli sünnet inanç örgüsü vardı; bu, ne doğu illerinin yöresel kültürlerinden etkilenmiş “eşarilikti” ne de akılcı olmak pahasına nassın yerine aklı koymaya çalışan mezhepsizlikti.
Abi safkan bir Maturidîydi. Bu da onu “aydınlanma çağının Orta Asyalısı” yapıyordu.
Dolayısıyla abi bedenen istanbullu olsa da ruhen Buharalı, Semerkandlı, Maveraünnehirliydi.
Yani ez cümle Kemal Abi sağlam bir “müslüman milliyetçiydi.”
Biz de öyle olduk.
Son derece vatanperverdi.
Bu toprakları bize dedelerimizden kalan bir miras, bizim de gelecek nesillere tek parça olarak bırakacağımız bir emanet olarak görürdü.
Biz de vatanın birlik ve beraberliği için canlarımızı vermeğe hazır büyüdük.
Kemal Abi Türk Tarihi’ne aşıktı. Hatta bu konuda “ülkücü” bir yanı da vardı dersem abartmış olmam. Kararında, kıvamında, kavmiyetçiliğe kaçmadan gerekli olan, yararlı olan milliyetçilik onun yaşamıydı. Hayatının vaz geçilmeziydi.
Bu nedenle bizleri “börteçineyle, bozkurtun tengri dağlarıyla” büyütmüyorlardı ama Alparslan’ın yüksek islam inancı, Sultan Melikşah’ın devlet yönetme dehası ve Nizamül Mülkün eğitim aşkı işleniyordu zihinlerimize.
Zigetvar önündeki yaşlı Kanuni’nin îlâyı kelimetullah aşkı öğretiliyordu genç dimağlarımıza.
“Bre doğan, bre doğan!” diye bir gece vakti Niğbolu kalesi önünde beliren Yıldırım Beyazıtların hikayeleri fikir dünyamızı şekillendiriyordu.
İşte bütün bunlar hep Kemal Abi’nin eseriydi üzerimizdeki.
Tam da burada şu manidar hatırayı anlatmam yerinde olur:
1990 lı yıllarda bir bahar günü Abi Ankara’da bir ilkokulun önünden geçerken kulağına onu derinden etkileyecek bir ezgi, bir tını ilişir.
“Dur dur Ahmet” der Ahmet Hocaoğlu merhuma.
Ahmet Hocaoğlu arabayı durdurur. Peşlerinde onları takip eden diğer arabalar da durur.
Abi arabadan iner. Yavaş adımlarla okul duvarına yaklaşır, bahçedeki bir grup öğrencinin müzik hocalarıyla birlikte söylediği marşı dolu gözlerle dinler.
Çocuklar marşı bitirirler.
Öğretmen duvarın dışındaki Abi’nin dikkatle onları dinlediğini farkeder.
Seslenir “amca merhaba, bir şey mi var, size nasıl yardımcı olabilirim?”
Abi, çocuklarla beraber öğretmeni duvarın yakınına çağırır. “Evladım” der, bu marşı çok seviyorum. Ruhumu titretiyor. Benim için rica etsem bir kere daha söyleyebilir misiniz?
“Tabiki amcacım” der öğretmen ve bu sefer tüm sınıf Abi’ye dönük o marşı daha bir aşkla söylerler.
Onlar söyler, Abi ağlar…
Çırpınırdın Kardeniz,
Bakıp Türk’ün bayrağına
“Ah” deyerdin, hiç ölmezdim,
Düşebilsem ayağına.
Ayrı düşmüş dost elinden,
Yıllar var ki, çarpar sinem,
Vefalıdır, geldi giden,
Yol ver Türk’ün bayrağına.
İnciler dök gel yoluna,
Sırmalar düz sağ, soluna
Fırtınalar dursun yana
Selam Türk’ün bayrağına.
Hamidiye o Türk kanı,
Hiç birinin bitmez şanı,
Kazbek olsun ilk kurbanı,
Selam Türk’ün bayrağına.
Dost elinden esen yeller,
Bana şiir, selam söyler
Olsun bizim bütün eller,
Kurban Türk’ün bayrağına
( Şehit Ahmet Cevat Hacıbeyli’nin ruhu şad olsun.)
*************
Her büyük lider başta kendi hitap ettiği kitle tarafından bir dirençle karşılaşır.
Abi de Şeyh Süleyman’la tanıştığı günden itibaren zaman içinde hafifden şiddetliye doğru yükselen, kendi takip edenleri tarafından gizli bir dirençle muhatap oldu.
Bunu tarif etmek biraz güç ama “irfandan uzak köylülük, ferasetten uzak taşralılık” diye özetleyebilirim.
Esasen onu yakinen tanımayanların fazlaca anlamasını beklemediğim için bu mevzunun üzerinde çok durmayacağım tabiki. Ancak bir kaç kelime söylemeden de geçilmez.
Abi klasik bir “zamanının ötesinde” koşanlardandı.
Yetiştiği aile ortamı onun peşinden gidenlerin neredeyse tamamından daha elitti.
Almış olduğu dünyevi ve uhrevi eğitim akranlarının ve haleflerinin hepsinden âlâ idi.
Dava arkadaşlarından daha çok dünyayı dolaşmış, hepsinden daha çok umur görmüştü.
Ebu Hanife misali ticaretten anlardı. İslam hukukuna vakıftı. Maşeri İslam’ın örfünden haberdardı.
Tarih okur, tarihten dersler çıkarırdı.
Hâzâ İstanbul beyefendisiydi.
Takdir edersiniz ki böyle bir karakterin o günün Türkiyesi’nde anlaşılabilmesi oldukça zordu.
Ne hazindir ki anlaşılamadı da…
Fakat o yılları düşünüyorum da Abi her şeye rağmen etrafında onun gözlerinin içine bakan ama hakikatte ne söylediğini bir türlü kavramayan saf yüzbinleri ilim öğrenme seviyesinden irfan elde etme seviyesine çıkarmak için çırpındı da çırpındı.
Tipik bir paradigmal farklılık sendromu.
“Çocuğum, ben tarih okuyun dedikçe onlar hep Abdülhamit okudular. Ben İstanbul beyefendisi olun dedikçe onlar duble paça pantalon, lacivert takım elbise, beyaz gömlek anladılar. Ben okumalısınız dedikçe onlar okuyan ve düşünenleri yoldan çıkmakla suçladılar” diye teessüflerini beyan edecekti özel çevresine.
Peki abi kimdi ve nasıl bir müslüman tipolojisi istiyordu o zaman?
Hemen bu soru geliyor akla değil mi.
Her ne kadar bu sorunun cevabını verme makamında olup olmadığımı bilemesem de biz nasıl bir abiyi tanıdık, bir kaç kelimeyle özetleyebilirim size.
Abi doğduğu yıllar itibariyle son Osmanlılardandı.
Kelimenin tam anlamıyla türünün son örneklerinden.
Büyüdüğü yıllar itibariyle ilk Cumhuriyetlilerdendi.
Yaşlandığı yıllar itibariyle 80 lerin ve 90 ların yaşlı delikanlısıydı.
Yani birbirinden tamamen farklı tarihsel süreçleri bir bedende sindire sindire yaşamıştı.
Birinci Dünya Savaşı’nın dünyasında doğmuş, İkinci Dünya Savaşın’ı yetişkin olarak görmüş, ihtilallerde bedeller ödeyerek tecrübeler kazanmıştı.
Necip Fazıl gibi edebiyatın üstadlarıyla oturup kalkardı.
Devrin fikir adamlarıyla sıkça vakit geçirirdi.
Adnan Menderes dahil döneminin tüm sağ fraksiyonlarını madden manen, gizli aşikar desteklerdi.
Cemaat olarak oy desteği vermediği o günün Milli Nizam Partisine bile el altından finans ve moral desteğini hiç esirgemezdi.
Bir gün Recai Kutan beyle bir yemekte karşılaştık. Bendenizin Kemal Abi’nin yakınında yetiştiğimi öğrenince elimden tutup yanına oturttu ve “Kemal Abi başkaydı. O benim de abimdi biliyor musun?” dediğinde oldukça şaşırdım.
Devam etti.
“Ben siyasetin kirli vadilerinde oradan oraya koştururken bunalıp nefes alacak bir an bulamadığımda Kemal Abi gelirdi aklıma. Doğru koşar soluğu onun yanında alırdım. Bana vakit ayırırdı. Onunla yemek yemek, çay içmek, sohbet etmek bambaşka bir duyguydu. Bütün sıkıtılarımı üzerimden alırdı. Ayrıldığımda rahatlamış, bir çok müşkilatımı halletmiş olarak dönerdim.”
Evet Recai Kutan bey hâlâ hayatta, bu anlattıklarımı bizzat kendisinden dinlemek mümkün.
Yani Kemal Abi memleket ve İslam yararına insan ayırmazdı. Gerçekten yüreğinden gelerek o kişi ya da kuruluşları desteklerdi.
Bir Ramazan akşamı eşim Gülbahar hanımefendiyle beraber Sultanahmet Kitap Fuarı’nı geziyoruz.
Büyük Doğu Yayınları’nın önüne geldik. Çocukluğumda neredeyse Necip Fazıl’ın fikir kitaplarının tamamını okumuştum ama bir kaç tane okumadığım kalmıştı. Stantta onları görünce hemen aldım.
Orada bekleyen saçları kırlaşmış, uzun boylu, esmer tenli beyefendiye ücretini takdim etmek istedim.
Beyefendi “ödendi kardeşim” dedi.
“Nasıl ödendi, anlayamadım” dedim.
“Ödendi, yani yıllar önce o aldığınız kitapların parası ödendi, ücretsiz alabilirsiniz” diye yanıtladı.
Eşim de ben de çok şaşırdık.
“Ne demek şimdi bu şaka mı!” diye karşılık verdik.
“Yok dedi, kesinlikle şaka değil.”
Gülümsedi.
“Alın lütfen. Dilediğiniz kitapları alın ve hiç bir ücret ödemenize gerek yok.”
Ben şaşkınlığımı yenerek “izah eder misiniz beyefendi nasıl oldu bunların ödemesi, anlayamadık, belliki bir şeyler ima ediyorsunuz bize” deyince şu hatırasını anlattı.
-Bakın benim ismim Osman, bendeniz Necip Fazıl’ın oğluyum.
Siz de tahmin ediyorum ki Süleyman efedinin talebelerindensiniz değil mi?
-Evet dedim.
(Nasıl anladınız diye sormadım çünkü o zamanlar tipik bir Süleymanlı görüntümüz olduğundan ne yapsak ele veriyorduk kendimizi.(!) Bugün bizi şekil ve şemallere takılıp kalmaktan kurtaran Rabbimize şükrediyoruz tabiki.)
“Lütfen içeri gelmez misiniz, vaktiniz varsa bir çay ikram edeyim size. Hem de rahatça anlatırım elinizdeki kitapların nasıl ödendiğini” diyerek bizi stantın gerisine aldı.
Oturduk.
Çaylarımızı yudumlarken Necip Fazıl merhumun bu nazik ve beyefendi oğlunu dinlemeye başladık.
-Kemal Kacar’ı tanır mısınız? diyerek söze başladı.
-Elbette, babamız gibi tanır ve severiz.
-Güzel. İşte bizde onu babamız gibi tanır ve severdik.
Devam etti.
-Biz henüz çocuktuk. Kemal amcam evimize sıkça gelirdi. Babam da Kemal amcamı çok severdi. Geldiğinde yemek yerler, çay içerler, saatlerce sohbet ederlerdi. Biz de evin çocukları olarak onlara hizmet etmekten keyif alırdık.
Kemal amcam gelmeden önce babam ev halkını haberdar ederdi. Ve oğulları olarak bizi yanına çağırır, “çocuklar bugün biliyorsunuz önemli bir misafirimiz var. Kim o?”
“Tabi ki Kemal amcam baba” derdik.
“Hah, biliyorsunuz. Kemal amcanızı çok memnun edeceksiniz. O bizim için kıymetli. Çayı bitince hemen soracaksınız. İzzeti ikramda kusur etmeyeceksiniz anlaşıldı mı?”
“Evet baba anlaşıldı.”
Babam “aslan çocuklarım benim. Kemal amcanız ne kadar memnun olursa bizim kitaplarımız da o kadar çok çıkar” diye eklerdi.
-İşte güzel kardeşim, Babam Necip Fazıl bize Büyük Doğu Yayınları’nın en büyük finansörü olan Kemal Kacar amcama hürmet etmemizi emretti hep. Yani diyeceğim o ki elinizdeki bu kitapların ve bu yayınevinin kimin desteğiyle kurulduğunu bildik ve hiç unutmadık biz.
Onun için eğer ben sizin kim olduğunuzu farkedersem sizlerden ücret almamaya çalışıyorum. Kemal Abi sizin abinizse bizimde babamızın arkadaşı, evimizin amcasıydı.
Sizin paralarınız Abi’niz tarafından yıllar önce peşin olarak fazlasıyla ödendi!
Ve o gün kitap fuarından ömrümüz boyunca unutamayacağımız bu hatıra ile ayrıldık.
Evet, bizim tanıdığımız Abi böyle birisiydi.
Gerçek bir yardım severdi.
Memlekette bu dinin yükselmesine kim katkıda bulunuyorsa onları yalnız bırakmazdı.
Mesela Adapazarı’nda kendisine yardım istemeye gelen Risalei Nur talebelerine “ehli sünnet çizgisinden çıkmamaları” şartıyla ciddi yardımlarda bulunduğunu biliyoruz.
Bugün Kemal Abi tarafından desteklenen o imanlı oluşum sayesinde yurdum insanı onlarca yıldır “Zafer Dergisini” okuyabiliyor.
Abi tutarlı bir karakterdi. Kendisiyle kişilik çatışmalarına düşmez, onu tanıyanlar üzerinde zeki ve vakarlı birisi olduğunu doğal olarak hissettirirdi.
Belki yaşı ve omuzundaki sorumlulukların gereği fazlasıyla ciddi bir görüntü çiziyordu diyeceğim ama onun gençlik yıllarını bilenler de aynı şeyleri söylerler, abi ömrü boyunca ciddi bir insandı.
Aslında bu ciddiyetine “vakar” desek daha doğru olur.
Çünkü bu vakarlı adamın kendine has bir espri anlayışı vardı.
Vakar ve espri; oldukça şık dururdu abi üzerinde.
Cümlelerimin tam burasında esprilerinden bir kaç örnek anlatmamı bekleyenleriniz olabilir. Fakat maalesef bunu yapmayacağım. Birgün imkanı olanlar “bizim tanıdığımız Kemal abiyi” çok yönlü konuştuğumuz dost meclislerimize gelirlerse orada Abinin zeka ve incelik dolu latifelerini dinleme fırsatı bulurlar.
Abi’nin edebiyata olan düşkünlüğünü bilenler azdır.
Evet evet Abi literatüre hakim bir edebiyat aşığıydı.
Yeri geldiğinde şiirler okur, öz değişler söylerdi.
Bahçeköy’ü bilirsiniz. İstanbul Sarıyer tarafında. Sırtını ormanlara vermiş eski bir Osmanlı sayfiyesi.
Orada bir kurs. Yeşillikler arasında. Hani şu “yatılı” olanlardan.
Abi zaman zaman uğrardı buraya da.
Şimdilerde duruyor mu bilmiyorum bir çardak vardı bahçesinde.
Sıcak yaz günlerinde yeşillikler arasından boğazın göz kırptığı bu yerde soğuk ayran içmenin tadına doyum olmazdı.
Abi yazları buraya uğradığında mutlaka o çardağın altında bir ikram yapılırdı.
İşte yine böyle bir yaz günü Abi Bahçeköy’e geldi.
O çardağın altında toplanan genç eğitimcilerle bir müddet sohbet etti.
Söz sözü açtı mevzu şiire ve edebiyata geldi. Çünkü abinin meclisinde bir kaç edebiyat öğretmeni de vardı.
Tam da kaçırılmayacak fırsattır abi için bir edebiyatçıyla şiir üstüne üç beş kelam etmek.
Birer ikişer divan edebiyatından, halk edebiyatından şiirler okuyup şairlerinin kimler olduğunun sormaya başladı.
Bir yandan beyitleri okuyor akabinde “söyleyin bakalım bu şiir kime ait” diye soruyordu.
Ve neredeyse Abi’nin okuduğu şiirlerin kimlere ait olduğunu o edebiyat öğretmenleri bilemedi.
“Neyse” demekle yetinen abi beyitleri, dörtlükleri okumaya devam etti.
Bir ara durdu ve şöyle söyledi.
“Azizim şu şiirdeki arı Türkçeye hayranım!”
Okudu.
Hak yolunda gidenlerin,
Asa olsam ellerine.
Er pîr vasfın edenlerin,
Kurban olsam dillerine.
Bir üstaza olsam çırak;
Bir olurdu yakın ırak.
Kemiğimi eğlen tarak,
Yar zülfünün tellerine.
*************
Buraya kadar yazdıklarımı şöyle okudum da hayli etkilendiğim anlaşılıyor Abi’den.
Evet bizler, yaşamının merkezine Allah ve Rasülü’nü almış olan bu yiğit adamı hiç bir zaman unutamadık.
Şeyh Süleyman gibi müstesna bir mücahid’i onun sayesinde tanıdık.
O bizim Şeyh Süleyman’la aramızdaki en mutemet köprümüzdü.
O’nun Şeyh Süleyman’dan bahsederken nasıl bir ihtiram içinde olduğuna şahit olduk.
Şeyhinin ismi zikredildiğinde derhal derlenir toparlanırdı. Her bir tuğlasını kendi elleriyle yerleştirdiği bu davanın muvaffakiyetinde adres olarak kendisini değil Şeyh Süleyman’ı gösterirdi.
Üstaz’ına hayran olduğu her halinden, her kelimesinden belli oluyordu.
Ve Üstaz’ının en büyük eseri de kendisiydi.
Bizlere daima “kitap ve sünnetten ayrılmayın çocuklar” derdi.
“Azimli olun, gayretli olun, çalışkan olun, idealist olun; Allah yüksek tefekkür sahiplerini sever” diye öğütlerdi.
Evet, abi bir tasavvuf ehliydi.
Benim kanaatime göre de bu cemaatte gerçek anlamdaki son tasavvuf ehli oydu.
Nolur bu cümlemi çok iddialı bulmayın.
Evet evet Abi bulunduğu camiadaki tasavvufî derinliği en yüksek olan kişiydi.
Şeyhiyle yirmi üç sene seyri sülukun engin denizlerinde yeke yek yüzme şansına onun kadar bir başkası nail olamamıştı.
Elindeki onca imkana göre bir o kadar da mütevaziydi.
Eleştirilebilir, ikaz edilebilir bir kişiydi.
Ben bile baş başa kaldığımız zamanlarda bir genç olarak kendimce onlarca soru sorma imkanı buldum. Abinin tahammül ve tevazu sınırlarını zorladığımı görüyorum bugün. Söylediğim hiç bir şeye kırılmadı. Sorduğum hiç bir suali terslemedi.
Bir yetişkinmişim gibi kulak verdi. Sanki yıllar evvel konuştuğu Ahmet Kemal’in bir gün bütün o konuşulanları tek tek insanlara anlatacağını biliyor gibi sabırlı ve tahammüllüydü.
Maiyetindeki birlikte hizmet ettiği yol arkadaşlarına zaman zaman kızsa da onları kovmadı, tard etmedi, hor ve hakir görmedi.
Hiç bir kimsenin ardından gıybet etmedi.
Dedikodu yapmadı.
İnsan onur ve haysiyetine Abi kadar hassasiyetle hürmet eden bir başka kişi tanımadım.
Düşmanlarını bile mertçe dinler, onlarla ilgili bir yargıya varacaksa insaf terazisini elinden bırakmazdı.
Kibardı.
Ama delikanlı, babacan bir havası vardı.
Kaba ve seciyeyi düşüren ifadelerden kaçınırdı.
Dünya malına zerrece meyli yoktu.
Doğuştan zengindi zaten.
Ve doğuştan cömertti.
Ancak hesabını çok iyi bilirdi.
“Dostluk kantarla, alış veriş miskalle” derdi.
Beytülmal meselesinde ölümüne titizdi.
“Herkezi affederim beytülmale tecavüz edeni asla” derdi.
Hayatı boyunca tüm servetini Allah yolunda sarfetti. Kimseden maddi bir beklenti içinde olmadı.
Dünya malı için kimseyle küsmedi, kimselere dava açmadı.
Kandırıldı ama kandırmadı.
Peki bugün bütün bu övgü cümlelerini sonuna kadar hak eden Abi’nin hiç mi tenkit edilecek bir yanı yoktu. Elbetteki vardı.
Seksenli yılların ortalarında bir gazeteye verdiği röportajda “darülharp-darül islam ekseninde faiz meselesine getirdiği fetva çok tartışıldı ve yanlış anlaşılmalara sebep oldu. Bunu farkeden Abi derhal o günkü açıklamalarını tashih etti ancak vefasız insanoğlu bu ya hep duymak istediğini duydu, pek kâr etmedi.
Keşke yaşasaydı da imkan bulsaydık, kendisine bunları söyleyebileceğimizden ve Onun da “demek öyle çocuğum, bunları bana hatırlattığın için sana çok teşekkür ediyorum” diyeceğinden adım gibi eminim.
Abi maneviyata ziyadesiyle önem verirdi.
Dedim ya o bu camianın “en gerçek müridiydi.”
“Ben Üstaz’ımla tanışana kadar da namazlarını hiç aksatmamış mütedeyyin bir gençtim” diyecektir.
Yani sureti zahirede muhtaç olmadığı halde gelip Şeyh Süleyman’a bende olmuş, Buharalı Şeyh Selahaddin’in bu yalnız evladına vurulmuştu.
Kalbin mutmain olması meselesine akıl almaz derecede bağlanmıştı.
“Çocuklar imanı hakiki erbabı olmayan hakiki cennete vasıl olamaz” derdi.
Tabiki ilmi akaid, ilmi fıkıh ve ilmi hadis nazarıyla bakıldığında “rabıtanın” İslamdaki yeri konuşulabilir, tartışılabilir ancak Kemal abi bütün bunlara rağmen rabıtayı bir şirk olarak görmedi. Daha doğrusu “rabıtanın insanı şirke götüren” şekliyle hiç ilgilenmedi.
“Rabıta numunei imtisal olan Üstaz’a duyulan derin muhabbettir” derdi.
Belki bu cemaati oluştururken bu derin muhabbeti “kayıtsız şartsız itaate” çevirenlerin vebalinde Kemal Abi’nin ismi de zikredilebilir.
Ancak bugün gelinen noktada, ortaya çıkan olumsuz sonuçları itibariyle şu itaat kültürünün kontrolden çıkmış halini görseydi, liderliği boyunca “itaat” kelimesinin geçtiği cümleleri daha dikkatli kullanırdı.
Çünkü o “Hâlik’a isyanda mahluka itaat olmaz” diye öğüt verirdi bizlere.
Kendisine değil Şeyhi Süleyman’a hürmet edilmesini isterdi. Hatta “bu yolda eli öpülmeye layık bir kişi vardır o da Hazreti Üstaz der elini dahi öptürmezdi.
Abi’nin defalarca millet vekili olduğunu herkes bilir.
Millet vekilliğinin dokunulmazlığından istifadeyle İslam’a hizmet davasını tutuklamalar vesaire ile sekteye uğratmamak istemişti.
İşte bu zamanlarda cemaati içinde abiyi tenkit edenler de oldu.
Hiç birisine ses çıkarmadı. Hatta tenkitleri yapanlara teşekkür etti. Fikir ayrılıklarından dolayı kimseyi cezalandırmadı.
Biliyor musunuz camia tarihinde Şeyh Süleyman’da okuyup abinin organizasyonundan ayrılanlar da oldu. Onlar için insan olarak elbette çok üzülürdü. Terk edilmek bir lider için zordur. Tahammülü kolay bir keyfiyet değildir. Fakat abi bunu içine sindirmeyi başarır asla kimseye beddua etmez, onu terkedenleri münafıklıkla itham etmezdi.
Yarım asırdan fazla omuz omuza yol arkadaşlığı yaptığı kardeşlerinden onu terketmek isteyenlere ses çıkarmadı, hüznünü bağrına bastı.
Hatta bazılarına geri dönmeleri için kurbanlar kesti. Allah yolundaki hizmetleri nihayet bulmasın diye Cenabı Hakka iltica etti. Hatimler yaptırdı.
Geri gelmeyenler hakkında da kem sözler söyleyenleri azarlardı.
İşte Abi abartısız, mübalağasız böylesine yüksek seciye sahibi bir liderdi.
Kendisinin tabi ki hata yapabileceğini zaman zaman vurgular hatta ben nasıl böyle bir hata yaptım diye kendi nefsi için teessüflerini bildirirdi.
Lider olmak zordur. Hele ki bir cemaate lider olmak daha zordur. Bin bir türlü insanla muhatap olursunuz. Bağlılarınız sizi siz gibi hayal etmezler. Kendi hayal dünyalarında oluşturdukları bir süper kahraman gibi hayal ederler ve hakkınızda olmadık süper kahraman hikayeleri uydurup kendi uydurduklarına da inanırlar.
Abi’nin dünyasında da bu hayalperestlerden kaçınılmaz olarak çok oldu.
Abiyi kainatın en büyük velisi yapanlar mı dersiniz, işi “aslında Abi Hazreti İsa’dır” sapkınlığına kadar götürenler mi dersiniz hepsini gördü bu gözler.
Evet Abi hakikaten göz kamaştırıcı derecede etkileyiciydi ama bizden biriydi.
İyi yanlarıyla zaaflarıyla bir insandı.
Müttaki bir müslümandı.
Şeyhine akıllıca bağlı bir müriddi. Ama asla ne kainatın efendisiydi ne de süper güçleri olan bir süper kahraman.
Bu tür hezeyanlardan çok ama çok rahatsız olurdu abi. Fark ettiğinde, kulağına maksadı aşan taşkın ifadeler geldiğinde derhal müdahale ederdi.
Bir lider olarak kendisine farklı bir hava vermekten kaçınır, ayrıcalıklı, seçkin, seçilmiş adam havalarına katiyen girmezdi. Böyle davrananları azarlar, “abilik” ünvanını suistimal edenlerin görevlerine son verirdi.
Güzel konuşur, net ifadelerle meramını anlatırdı.
Özgüveni yerinde olan insanları çok severdi.
Pısırık kişiliklerden haz etmezdi.
Bizlere “Çocuklar, sonunda zararınız bile olsa hak bildiğinizden vaz geçmeyin. Cesur olun. Doğuyu söyleyin. İnsaf terazisini hiç bir zaman elinizden bırakmayın. Şeri şerife muhalif bir emir hangi makamdan gelirse gelsin itaat etmeyin, boyun eğmeyin. Dik durun, yüksek sesle insanların gözlerine bakarak konuşun” derdi.
Evet, bizim tanıyabildiğimiz Abi özetle böyle bir abiydi.
Kısa bir hatıramı nakledip bu bahse burada son vermek istiyorum.
Yine evimize şeref verdikleri bir gün.
Bir yaz günü.
Babamlar telaşla az ötemizdeki masada öğlen yemeği için sofra hazırlamakta.
Abi her zamanki koltuğunda düşünceli oturuyor.
İçeri girdim ve doğruca varıp elini öptüm.
Bir kaç hal hatırdan sonra ömrüm boyunca yaşam tarzımı belirleyecek bir hikaye eşliğinde beş nasihatta bulundu.
Ömer Seyfettin’i bilirsiniz. Enfes anlatımları vardır.
Abi o gün benim için Ömer Seyfettin’den Pembe İncili Kaftan’ı seçti. Ve anlattı.
Bayıldım hikayeye.
Hikayenin baş kahramanı Muhsin Çelebi’ye vuruldum. İmrendim.
Anlatımı bittiğinde sordu “sen de Muhsin Çelebi gibi olmak ister misin adaş?”
“Tabi ki, hem de çok isterim” diye yanıtladım.
“O zaman iyi dinle” dedi.
Dinledim ve çocukluk hatıra defterime kaydettim.
Muhsin Çelebi gibi bilge, Muhsin Çelebi gibi irfan sahibi olmak için şu beş şeye hayatın boyunca devam et.
1-) Hayatın boyunca okuyabildiğin kadar kitap oku.
2-) Hayatın boyunca konuşabildiğin kadar lisan konuş.
3-) Hayatın boyunca görebildiğin kadar memleket tanı.
4-) Hayatın boyunca tanıyabildiğin kadar insan tanı.
5-) Bütün bunları yaparken kalbini ve aklını beraber çalıştırmayı sakın unutma.
Bu nasihatlar Abi’nin şu hayat serüvenimdeki fikri yolculuğuma attığı imzalardan biri olarak aklımdan ve kalbimden hiç çıkmadı.
*************
17 Haziran 2000 senesinde “Abi” aramızdan ayrıldı.
Bu, geride bıraktığı yüzbinler için gerçek bir travmaydı.
O günün gazete manşetlerinde haber birinci sayfadan verildi. Özellikle siyonist fraksiyonlar bayram etti. “Süleymancıların efsane lideri öldü. Artık o cemaat için her şey daha zor olacak” kabilinden yorumlar yapıldı.
Bu yazıda benim konum bu değil ama itiraf etmeliyim ki şer cephelerin de dediği gibi artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Efsane lider gözlerini kapamış adeta baba aslanın ölmesini bekleyen sırtlanlara gün doğmuştu.
1936 senesinde Şehzadebaşı’ndaki köşkte başlayan 64 senelik bin bir çile ile kat edilen yolculuk, o günün şartlarında Ümmeti Muhammed’in evladına hizmet veren 5000 in üzerinde göz kamaştırıcı şaheser yatılı kursu miras bırakarak nihayete erdi.
1959 da sebebi irşadım dediği Şeyh Süleyman’ını kaybetti.
Sonra sırasıyla annesi, babası ve kardeşleri birer ikişer göç ettiler.
1981 de biricik yol arkadaşı, sırdaşı, gönüldaşı, diğer yarısı Rafikayı Sultan’ı Bedia’sını göz yaşlarıyla uğurladı.
Ve bir ömür birlikte yol aldıkları kervanın ilk erleri bu devranı terk eyledi. O erler ki Kemal abiyle birlikte Üstaz’larının önünde diz çökmüşler, nice dersleri beraber okuyup nice defalar kalp kalbe, ruh ruha boyun büküp mânâ aleminde seyrü sefer eylemişlerdi.
Aynı lisanı hali konuşan, aynı kalp meramını idrak eden Şeyh Süleyman’ın ipek halı dokur gibi yılların, ayların, günlerin kasnağında ilmek ilmek yetiştirdiği kervanın o ilk yolcuları…
Evet, yıllar geçtikçe Kemal Abi’nin hayalleri birer ikişer gerçekleşti ama ömür bitti, dostlar gitti.
Zaman ilerledi saçlara ak düştü.
Her bir beyaz tel adedince tecrübeler katmerleşti.
Lakin ne gelir elden vade doldu.
Beyoğlu Ağa Camii.
İlk tanışma.
İlk dersler.
“Oğlum sende mi aynı şeyi düşünüyorsun” diyen babası Halil bey.
Avukat Osman bey.
Fatihteki eski ev.
Şehzadebaşı’ndaki köşk.
İstanbul sokakları.
Anadolunun çamurlu yolları.
Tabutluklar.
Mapusluklar.
İşkenceler.
Mahkemeler.
Kuran sesleri.
Göz yaşları.
Kütahya.
Hapishaneye her gün elinde sofra bezine sarılı sefer tasıyla yemek taşıyan küçük kız.
Binlerce konferans, sohbet, vaaz.
Kapalı stadyumlarda konuşan genç “süleymanları” dinlemeye gelen yürekleri bir çarpan insanların sesi, nefesi, uğultusu.
Bedia.
Antalya hapishanesi.
Uçaklar.
Lütfi Davran, Çırpanlı Hoca, Süleyman Dede, Ahbap Hoca, Kalaycı Hoca…
Gecenin kör vaktinde sorular soran Ahmet Kemal…
Avrupa, Amerika, Avustralya, Asya ve Afrika…
Her sohbetten sonra elleri kaldırıp “Allahümme münzilel kitab, serial hisab, ihzimil ahzab!” diye göz yaşı döken bir yürek.
Ve Aminler.
Evet bütün bunların hepsi, O’nu görmeyenlerin, yaşamayanların ne demek olduğunu asla idrak edemeyeceği bin bir hatırayla birlikte son buldu.
Ve o gün onu sevenler için “zaman” zembereklere ebediyyen veda etti.
Abi!
İstanbul’un yiğit delikanlısı, Anadolu’nun Buharalısı, Şeyh Süleyman’ın göz bebeği.
Şehzadebaşı’nın ferasetli çocuğu.
Çöllerde isminle yol aldığım.
Kardeşin olmakla gurur duyduğum.
Şu devran denilen yaldızlı mahbese bir gün yolun düştü ve bir neslin kaderine altın harflerle imzanı atıp gittin.
Biliyorum, bir daha gelmeyeceksin.
Öyle ya “Erler bu meydanı çoktan terk eyledi..”
Ahmet Kemal ÖNCÜ – İstanbul / Afrika / Mauritius
SON

Tebrik ederim kardeşim ahmet KEMAL
Emine Beytar