Uhud harbi.
İşin başında Allah Rasülü olduğu için “yenildik” demeye dilimiz varmasa da içinde asırlara ibret olacak derslerle dolu bir muharebe.
Ve Allah Rasülü’nün asırlara ışık tutan muhteşem nasihatlarıyla dolu bir meydan savaşı.
Malum okçular tepesini oradaki görevli ashap terkedince olan olur. Yetmiş sahabi şehid verilir.
Hazreti Hamza gider.
Bir çok değerli sahabi gider.
Neredeyse Peygamberimiz de şehid edilecektir.
Savaş biter.
Mekke’nin kefereleri leşlerini alamadan kaçarlar.
Sahabi Allah Rasülü’nün sözünü tam dinlememenin verdiği hüznü ve manevi bir ceza almanın korkusuyla tir tir titremekte.
Bir kaç gün geçip artık ne yapalım “Olan oldu, ölen öldü; kalan sağlar bizimdir” ruh hali Medine’de hakim olmaya başladığı sıralarda Allah Rasülünü bir köşede ağlarken görürler.
Gelirler ve derlerki:
– Ya Rasülallah. Varımız yokumuz, ana ve babamız sana feda olsun. Üzülme. And olsun ki biz toparlanır gider onlardan intikamımızı alırız. Yetmiş şehidimizin hesabını sorarız!
Rasülullah’ın yenilgi ve kayıplar için ağladığını zannederler.
O ise meselenin çok daha başka tarafındadır.
Meselenin en gözden kaçan, en anlaşılması ve tedavi edilmesi zor yanındadır.
-Bakın der. Ben Uhud’un kayıpları için ağlamıyorum. Ben siz ümmetim için ağlıyorum. Zira durum bildiğinizden daha mühim ve vahim.
Sahabe şaşkın bir şekilde Allah Rasülünü dinler, Allah Rasülü devam eder.
-Evet, artık sizin bugünden sonra ateşperest ya da putperest olmanızdan, eski cahiliye âdetlerinize geri dönmenizden endişe etmiyorum lakin “Dünyaperest” olmanızdan korkuyorum!
“Dünyaperest olmak.”
Ne muhteşem bir ifade!
Geçenlerde iki görüntü geldi önüme ve Uhud’daki bu hadiseyi hatırladım.
Türkiye’nin hatırı sayılır cemaatlerinden birisinin bir kaç sene evvel ölen liderinin arap şeyhlerini aratmayacak bir sofranın başındaki resmi ve yine aynı grubun bir bölgesindeki idarecisinin garabet düğün görüntüleri.
“Kim” diye sormayın. Cemaat isminin hiç bir önemi yok zira bahsi mezkur problem “para görmüş ümmetin” neredeyse tamamın problemi. Sözlerimi istisnasız herkes üzerine alınabilir.
Evet, aklınıza gelmesin, kınamıyorum. Hor ve hakir görmüyorum onları.
İnsan nefsani bir varlıktır. Her şeyi yapmaya meyyaldir, fıtraten kabiliyetlidir.
İşin bu kısmına bir tek kelimem olmaz.
“Nefis” hepimizin başında, hepimizin derdi. Dolayısıyla dünyevileşmek damarlarımıza kadar işlemiş.
“Yok ben dünyadan uzağım” diyenler tam da Dünya’nın göbeğindedir.
Ne yemeğe ne de düğüne hiç bir itirazım yok lakin Rasülümüzün bizim için korktuğu, endişe ettiği şeylere kendimizi iyiden iyiye kaptırıp duyarsızca azgınlaşmamıza itirazım var.
Arkadaşlar,
İnsan günah işleyebilir.
Ama bu günahı kurumsallaştıramaz.
Kutsallaştıramaz.
İnsan israf edebilir. Haramdır. Hesabını Rabbine verir.
Ancak onlarca erkeğin ( öküzün demek geliyor içimden ama yazının insicamına ters) ortasından oğlunu ve gelinini salavatlar eşliğinde geçirip bunu matah bir şey olarak gösteremez. Bunu kutsallaştıramaz. Bununla hayatının hazzını yaşayamaz. Bu süfli hazzına onlarca ilim talebesini alet edemez.
Bu, görgüsüzlük olduğu kadar iyiden iyiye düşmektir, süflileşmektir. Ahireti dünyaya satmak ve bu satışı cahillere alkışlatmaktır.
İnsan en mükellef sofralarda oturup dilediği kadar yiyebilir. İsraftır. Haramdır. Hesabını Allah’a kendisi verir.
Ancak bir cemaat lideri olarak etrafında pervane olan o şaşkınlarla beraber o sofranın başında kurulup nefsini tatmin edemez.
Kendisine hizmet ettirdiği insanlara ibadet etmişler gibi bir duyguyu pompalayamaz.
Hal böyle iken hem seyyidim hem şerifim deyu “evliya” geçinip ortalıkta gezinemez.
Evet bu haftama bu iki görüntü damgasını vurdu. Üzüldüm.
Dediğim gibi dünyayı hepimiz seviyoruz ama “dünyaperest” olmamıza esef ettim.
Ve tıpkı kadim yahudiler gibi “bazılarmızı” kutsallaştırmamıza ve bu kutsallaştırdıklamızın yaptığı her şeyi doğru kabul etmemize hayıflandım.
Günahlarımızı sevap zannetmeye başlamamıza içerledim.
Maalesef milletçe şu görsüzülüğümüzden bir türlü kurtulamadık.
Şu para görmüş gundiliğimizden bir türlü sıyrılamadık.
Ve hep tapacak bir şeyler aramaktan vaz geçemedik.
Rabbimize tam yönelemedik.
Bir türlü “insan” olamadık.
Bu zaaflarımızdan istifadeyle nihayet içimizden “süper kahramanlar” çıkardık.
Geçmiş ve geleceklerini takdis ettik.
Onları şımarttık.
Günahlarımızı o şımarmış seçkinlere havale ettik.
Bizi trenlerine bindirip cennete götürmelerini bekledik.
Sonunda hep beraber yoldan çıkıp azgınlaştık.
Ateşperest ya da putperest olmadık belki ama dünyaperest olduk.
Neyse, Allah hepimizi uyandırıp affetsin.
Hayırlı cumalar.
Kardeşiniz A. Kemal Öncü/Afrika
جزاك الله خيرا على هذه الرسالة المءثرة . و ادامك الله على الخير و البركة بالصحة و العافية يا شيخنا الغالب
ALLAH razı olsun hocam iki hafta önce uyudu ziyaret etmek nasib oldu oraların havası beni çok etkiledi sizin yazınızı okuyunca içinde bulunduğumuz durumdansa çok üzülüyorum çok dua etmemiz lazım hayırlı cumalar selâm ve sevgiler fethiyeden
Cehennemi Satın Alan Adam!
Bildiğiniz üzere yüzyıllar önce kiliseler cennetten topraklar satıyorlardı. Cahil halk ise, “ölünce cennette yerimiz hazır olsun” diye bu oyuna alet oluyor, böylece papazlar ve kilise zenginleşiyordu.
Ancak herkes öyle değildi. Bunun bir kandırmaca olduğunu, cennetten toprak satın alınamayacağını söyleyen Martin Luther mahkemeye çıkarılmıştı. Yargı, o zamanlar da dini kullananların elinde oyuncaktı. Duruşma sırasında Martin yargıçlara seslendi;
“Milleti cehennemle korkutup, cenneti para karşılığı satıyorsunuz. Sıkıysa cehennemi satsanız ya?”
Yargıçlardan biri sordu: “Cehennemi kim alır ki?”
Martin Luther “ben alıyorum, neyse parası vereyim” dedi.
Yargıçlar cehennemi Martin’e bedava verdiler!
Duruşma sonunda Martin kapının önüne çıktı ve duruşma sonucunu merak eden binlerce kişiye seslendi:
“Cehennemi satın aldım, benimdir. Bundan sonra oraya kimseyi almayacağım, korkmayın!”
Cehennem korkusu kaybolan halk böylece kilise baskısından kurtulmuştu. Bundan sonra halk özgür beyinlere sahip olmaya başladı ve Almanya aydınlanması 500 yıl önce böylece sıradan ve çok akıllı bir olayla başlamış oldu.